Sivil Haber

‘Şiirimin burç değiştirdiği muhakkak’

KÜLTÜR SANAT

Şair Ömer Erdem, şiirinin yeni ve vurucu söyleminin dikkatli okurun gözünden kaçmayacağını söylüyor...

Cah Bahadır Yüce'nin röportajı

Ömer Erdem, bir süredir dergilerde yayımladığı şiirlere düştüğü notlarda, yeni kitabının adını ve ne zaman yayımlanacağını duyuruyordu. Kör, 2012’nin ilk günlerinde geldi. Kitap bir yönüyle, şairin yazdıklarına aşina olanlar için tanıdık bir ton içeriyor ama bir yanıyla hiç olmadığı kadar eleştirel bir şair portresi çıkarıyor karşımıza. Ömer Erdem’le ’ü konuştuk.

Kör’ün 2012’de yayımlanacağını aylar öncesinden, dergilerde yayımlanan şiirlerinizle öğrenmiştik. Kitap bitmemiş miydi, demlenmeye mi ihtiyacı vardı, neden aylarca beklediniz?

Kireç yayımlandıktan sonra bir süre kendime çekildim. Bu biraz doğal bir durum sayılmalı. Hemen her şairin yaşadığı özel bir hal aslında. Durmak, dinlemek, dinlenmek istiyorsunuz. Elbette bir de bilememek. Nasıl daha ilk mısrayı yazdığınızda şiirin nasıl biteceğini bilemezsiniz, öyle bir şey olmalı. Kireç’in dünyası çok içten canımı yakmıştı. Bir yandan duyuş ve söyleyiş açılımlarımı fark ediyor bir yandan da bunun gelecekteki süreğini merak ediyordum. Diyebilirim ki aylarca yazmadım. Yazamadım. Ayrıca yaşadığım kimi çok özel sorular ve sorunlarla ilgili olarak bir süre ‘iç etik’ diyebileceğim bir eşikle de karşı karşıya kalmıştım. Sürmek, sürüyor olmak, duyarlığın açıklığını dipten yaşamak her zaman önemli oldu benim için. Baktım birdenbire şiir, yalpa yalpa kıyıma vurmaya başladı. Bir süre direndim. Yazma dedim. Yazma. Geri gönder. Hakikat ise tekrar gelir. Maya ise mutlaka tutar. Bir bıkkınlık mı yoksa özgüven mi bilemedim. Sonra oturdum, İstanbul Radyosu’nun, üzerinde 1927 tarihi bulunan binasında günbegün, döne döne yazmaya başladım. Yaklaşık bir yıl içinde defterler dolusu şiir birikti. İlhama her zaman yaslanmam. Ona hep güvenmem. Fakat şiir gelince de ona teslim olmalı. Teslim almalı. Onun hakkını vermeli. İçten içe huzur duydum. Yazmanın gönencini yaşadım. Böyle bir şey planlamamıştım ama biraz da tekrar kendimden çıkışıma yol olsun diye, kitabın ismine de karar verdikten sonra yayımlamaya başladım. Dosya bitmişti, kitap bitmişti. Ne var ki, yeni bir kitap fikrinin gün yüzüne çıkması için de zaman gerekiyor. Işıma zamanı. O zaman şimdi.

Kitabın adı “Kör” ama birçok şiirde “görmek”, “bakmak” fiillerine rastlıyoruz. Hatta “sana göstereceğim gözlerin görmeye hazır olduğunda” diyorsunuz. Bunun yanında, “konuşmayı çoktan unutmuş”, “ağzım bile kapalı öylesine” diyen bir anlatıcı var. Kitabın izleği körlük değil de dilsizlik gibi…

İzlek, bazen okur açısından bir açı sunsa bile şiir gibi çok katmanlı bir sanat için her zaman işlek bir yol değil. Zaten ben tek bir tema üzerinden kitaba gitmeyi de her zaman doğru bulmuyorum. Belki, kitap isimlerinden hareketle, yazılanı derleyip toparlayabilmek için bu tür yolları deniyoruz. Yazım sürecinde, zaman zaman oldukça uzun sayılabilecek bir ‘kör’ şiir yazma eşiğinde gidip geldim. Sonra bunu engelledim. Yayılması, kitaptaki dünyanın tek bir alana sıkışmaması için yaptım bunu. Çünkü öyle veya böyle, bir kurgu da içermeli kitap dediğimiz. Kaldı ki, dilsizlik ile körlük birbirine uzak metaforlar değil. En soyut manada düşündüğümüzde insanın duyuları duygularıyla bütünleşiyor sonra da topyekûn düşünceye dönüşüyor. Bütün mesele bu erdenliğin, erginliğin şiirsel olgunluğa, estetik düzeye yükselip yükselememesi. Aksi halde, aşındırmış oluyor şair hem kendi dilini hem de çağdaş durumları, olguları. Unutulmamalı ki; artık kitaptan çıkarak hayata bakmanın şimdi, bu aşamada bir faydası yok. Aksine hayattan çıkarak kitaba dalmanın bir anlamı var. Çünkü şu anda kitabın dünyası hayattan daha derin ve katmanlı. Şiir artık.

Ömer Erdem şiirinde toplumsal eleştiri ilk kez bu kadar öne çıkıyor diyebilir miyiz?

Şair de bir insan olarak yaşar toplumun ortasında. Eleştirellik onun politik tutumunun değil poetik tutumunun bir yansımasıdır bana göre. Yalnız şöyle bir fark var, beni aktüalite ve aktüalitenin aktörleri doğrudan hiç ilgilendirmiyor. O kadar değerli bile değiller anlayacağın. Gündelik olaylar, çatışmalar, kavgalar da öyle. Ben olguya bakıyorum. Ki çağımızın böylesi olgusal bir gerçekliği var. Bir tür geri çekilişle daha soft bir şiire çekilebilir kimi şairler. Ben estetik sonuca bakarım. Şiirin şiir olma ölçütü değişmez bu bakımdan. Eleştirimin kökünde de verili olana itiraz yok sadece. Verili olanı sadece göstermez şair. Onu aslına iade eder. Aslını hatırlatır. Sarsar. Onun üstüne geçer. Bir tür ideal olanı, şiirin ideal olarak gösterdiğini görmek ister. Bunu, bunları hak ettiğimizi, insanın buna layık olduğunu düşünmediğimi ilandır bu eleştiriler. Sadece hükümetlerin iktidarı olmaz. Belki asıl insan varlığının dibinde silinmeyen mezarlar, türbeler, kutsal ağaçlar dikilidir ki, şiir bunu duyduğu yerde işaret etmekle sorumludur. Çağı yaşamak sadece onu anlamakla mümkündür. Modern şiirin ‘kaplamı’ bu bakımdan böylesi şiir verimlerini kendiliğinden mümkün kılar. Eleştiri bir refleks değil, saf sanat ve düşüncedir.

Toplumsal eleştirinin yanı sıra “iktidar” kavramına yönelik, yer yer çok sert dizelere rastlıyoruz. Bunu da konuşalım biraz...

İktidar şiir ilişkisi, Platon’dan bu yana bütün şiddetiyle varlığını sürdürüyor. Ben bu tür ilişkilerin metin okur ilişkisi olduğunu düşünmüyorum. Bu bir tür duyuş ve yaşama tutumudur. İktidar ki bazen edebi bir kanon, bazen eğitim sistemi, bazen şairin yönteminde ısrarı, bazen de devletin sokağa çıkmış ayak sesi olarak tecelli eder. Şiir ışığı tersinden gören, cümlenin yerini değiştiren, acaba sorusu kadar hayır hükmünü verebilen en kudretli sözdür. Burada asıl önemli olan, bizim geçmişteki ideolojik alışkanlıklarımız ve hazır düşünme kalıpları arasında kalıp kalmadığımızdır. Başta da söylediğim gibi, salt aktüel olan benim ilgimi çekmez. Fakat şiirin gücü kendiliğinden böylesi bir efekt yaratabilir. Böyle bir durumda sesin kaynağıyla değil yankısıyla ilgilenmek biraz kolaycılık sayılmalı. Haklılık haksızlık kadar aynı dereceden görülmedikçe insanın sıfır derecesine inemeyiz. Şiir bazen o sıfır derecedir. Yoksa yüksek ateşi de anlayamayız.

Kitapta iki şiirlik “Sufi” adlı bölümün dışında, peygamber kıssalarına, tasavvuftaki sayı sembolizmine atıfta bulunan dizeler var. O iki şiiri neden “Sufi” başlığı altında ayırma gereği duydunuz?

Dikkatli okurun gözünden kaçmayacaktır, şiirin yeni ve vurucu söylemi. Burada salt bir motifi, cazip bir sesi kullanmak gibi sıradan bir şey söz konusu değil. Ben bütün çağların, bütün inanış ve duyuşların bazen birden bir anımıza inebileceğini düşünüyorum. O bir an, bazen bütün zamanların eğrisini de kıracaktır ayrıca. Evet, şiir kitaplarının da bir kurgusunun olabileceğini söyledim, yalnız bu kurgu aksamaz ve sabit bir kurgu değildir. Bilakis geçişken, bir tür rüya kimyası da taşıyan kurgudur. Öyleyse okur, “Sufi”den “Ademin Özür Dileyişi”ne, “Rum Ortaokulu’nun Arka Bahçesi”nden “Afganistan” şiirine sıçramalar yapabilsin. Ki şiir kitabının bir ve bütünlüğü bu esnekliğindedir ayrıca. Bir de, “Sufi” gibi şiirlerde ölmez insanlık hallerinin güncellenmesi aranmalı bence. Çok çok özel bir vurguda bulunmayı, bir perdeyi sonuna kadar aralayıp başka bir çıplaklığı göstermeyi amaçlamadım.

Bir önceki kitabınız Kireç, “Her Şey” adlı, hem tevekkülü hem de beyhudelik hissini hatırlatan bir şiirle bitiyordu. O beyhudelik hissi Kör’de daha baskın gibi… Hep “içerleyen”, yolu “hiçbir yere” çıkmayan, “yaşamak gibi bir şey gelmiyor içimden” diyen bir anlatıcı var karşımızda. Kör daha mutsuz bir süreçte mi yazıldı, yoksa şiiriniz burç mu değiştiriyor?

Şiirimin burç değiştirdiği, buna şiddetle ihtiyaç duyduğu ve dahi ihtiyaç duymayı sürdüreceği muhakkak. Hep söylüyorum, dilin sonsuz imkânları içinden yaşama bağlı şiirler yazmaya çalışıyoruz. Yazdık. Bir gün yazmamamız gerektiğinde yazabileceklerimizi yazmış olmamız da gerekiyor. Büyük Necatigil’in “asıl şiirler bekler bazı yaşları” demesi gibi, hayatımızın naturasıyla uyumlu ve bir o kadar özgün ve diri bir şiir yazmak boynumuzun borcu. Bu bizim şiirle kendi aramızda yaptığımız ruhsal bir akt. Kimseler dönüp bakmasa, sesimize kulak vermese, ebedi bir yalnızlığa gömülsek bile buna yazgılıyız. Mutluluk, mutsuzluk, huzur, huzursuzluk bunlar sınırlanıp, çizilip aktarılacak türden duygular değil. Yine söylemek isterim ki, şair persona ile şiirlerdeki personalar bir değildir. Şair kendisinden başka başka insan hallerine girebildikçe, o olabildikçe bir tür empatik kanallar açabildikçe burçlarını yükseltir veya değiştirir. Ben hâlâ dibimde, derinimde, içimde, yakın ve uzak hallerimde nice şiirlerin yıldızlar gibi göz kırptığını görüyor ve hissediyorum. Bu beni daha da umutlu yapıyor olabilir. Acımız sadece tarihsel değil, bugüne düşen yaşlı ışıklarda çok diri yaşam tomurcukları da saklı. Şiirin mucizesi de burada.

Sağdan sola yazılan “Aksi Şiir” bazı okurlarınızı şaşırtacaktır. Bu bağlamda deneyselliğin –okuru şaşırtmak dışında- işlevi hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyorum.

Şiir öyle olsun diye yazdığımız şey değildir. Öyle olmaktan başka yolların tamamıyla tükendiği için öyle yazılmış estetik yapıdır. “Aksi Şiir” hem kelimedeki aksilik, terslik, tuhaflık, sıra dışılık hem de yansımayı da çağrıştıran bir çağrışım gücü barındırıyor. Birden duydum, öyle duydum, öyle yazdım. Yazdıkça ve yayımlama kararı verdikten sonra içten içe mutluluk, bir tür mizah duygusu bile hissettim. Niye hissettim? Sebebi ne? Bence bir önemi yok. Olan iyidir. Olan olmakta olanı ve olacakları da imler. Deney sadece laboratuvarda laborantların yaptığı iş değil ki. Bir elmayı bir gün çöpünden ısırmak da deney.

()

Haber Kaynağı : Haber7.com

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.