Geçtiğimiz ay vizyona giren ve kısa sürede gişe rekorları kıran ‘Fetih 1453’ adlı film, gördüğü yoğun ilgiye karşın, pek çok noktada sorunlu bir yaklaşımı benimsemiş görünüyor.
Öncelikle büyük bir devlet/millet bilinci, tecrübesi ve ciddiyetiyle gerçekleştirilen fetih hareketi, ‘toy bir hükümdarın bireysel hırsının neticesi’ olarak sunuluyor.
Aynı şekilde, 150 yıllık devlet geleneği içerisinde sürdürülen fetih hazırlıkları ve fetih sürecinde karşılaşılan zorluklar karşısındaki istişare toplantıları, ‘Fatih’in gazabından korkarak boyun büküp emirleri dinleyen devlet erkanıyla ayaküstü yapılan durum değerlendirmelerine’ dönüşmüş.
Ülkesi yıkılmak üzere olan Bizans Kralı Konstantin figürü, ‘farklı fikirlere açık, paylaşımcı ve devlet geleneğine hakim bir kral’ olarak çizilirken, henüz 21 yaşında İstanbul’u fethetme başarısı gösteren Fatih Sultan Mehmet ise ‘tek başına karar alan, bunalımlı bir hükümdar’ olarak resmedilmiş görünüyor. Ayrıca Fatih’in kendi çocuklarından esirgediği sevgi ve şefkati filmin finalinde Bizans çocuklarına göstermesi de Batı karşısındaki komplekse işaret ediyor.
Fethin manevî mimarı kabul edilen Akşemseddin’in canlandırılma biçimi de, Yeşilçam modelindeki klasik din adamı tiplemesiyle ile birebir örtüşüyor ve Akşemseddin taşıdığı tarihî misyonun ağırlığından uzak bir biçimde canlandırılıyor. Diğer taraftan filmde Gülbahar Hatun’un saray içerisinde giydiği dekolte sayılabilecek kıyafetler de, yine Yeşilçam’ın klasik saray ve harem mantığıyla örtüşüyor. Yine Ulubatlı Hasan karakteri de gerek canlandırılma şekli, gerek yaşantı biçimiyle, tarihi hafızaya hakaret içeriyor. Aynı şekilde savaşan iki unsuru da gerek giyim kuşamları, gerek taşıdıkları semboller, flamalar itibariyle birbirilerinden ayırmak pek kolay olmuyor.
Bütün bunlar arka arkaya eklenince, İstanbul’un fethi gibi hem Türk-İslam tarihi, hem de dünya tarihi açısından büyük önem taşıyan bir olayın sinemaya aktarılış şeklinin pek çok hatalı bakış açısını barındırdığını söylemek mümkün. Daha da vahim olansa, bu durum karşısında neredeyse hiçbir tarihçinin ve sinema eleştirmeninin dişe dokunur bir eleştiri getirememiş olması. Filmde gözden kaçırılan ya da görmezden gelinen bu durum, milyonlarca insanın kandırılarak bir anlamda sömürülmesine neden oluyor. Zira tarihte vuku bulan ve toplumlar için büyük önem taşıyan süreçler, Hollywood tarzı bir bakış açısıyla ticarî ya da siyasî birtakım çıkarlara malzeme yapılmak yerine, daha ciddi, tutarlı ve bilimsel yaklaşımlarla kritiğe tabi tutularak ele alınmalıdır.
Öte yandan İstanbul’un fethine millî-manevî bir değer atfeden, fethi bir değer olarak sahiplenen kesimin, sözkonusu film karşısında kabulcü ve yalnızca izleyici bir anlayışı benimsemesi de ayrıca düşündürücüdür. İstanbul’un fethine dair bir film yapılmış olmasına ve filmin ‘Hollywood’vari bir görselliğe sahip olmasına ‘fit olarak’ tatmin olan, filmi sorgusuz sualsiz içselleştirebilen bu anlayış, yaşanan kültür erozyonunun açık bir göstergesi olarak görülmelidir.