Bugün dünyanın dört bir tarafında ve canlı yaşamını ilgilendiren hemen her alanda ihlaller yaşanıyor. Ancak dünya siyasetine yön veren, medya ve sivil toplum organlarını tekelinde barındıranlar, dünya kamuoyunun gündemini kendi istediği biçimde şekillendirebiliyor ve politikalarına uygun biçimde işleyebiliyor. Dünyanın geri kalan bölümü de maalesef bu duruma ya seyirci kalıyor, ya da bu manipülasyonu fark edemiyor.
Tarihin yeniden yapılma sürecinde biz kimin/kimlerin yörüngesindeyiz?
Yaşadığımız bölgede tarih yeniden yapılıyor. Bu coğrafya yeniden şekillenecek. Yaşanılan tüm olaylar, buna işaret ediyor. Cetvelle çizilmiş sınırlar, artık yaşadığımız bölgenin yükünü taşıyamıyor. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, yeni şekillenme kimin ya da kimlerin yörüngesine uygun olarak gerçekleştirilecek? Asıl sorun burada düğümleniyor. Bugün yaşananları anlamak için, dünü bilmek zorundayız. Sömürgeci güçlerin Arap coğrafyasındaki diktatör yapılara karşı bugün niye bu kadar karşı bir tutum içinde olduklarını irdelemek zorundayız. 1. Dünya Savaşı sonrası kendi yaptıkları putların devrilmesini bu kadar gönülden arzu etmelerinin tek sebebi ‘demokrasi’ aşığı olmaları mıdır acaba?
Suriye’deki zulümle bir şeyler mi gizleniyor?
Bunun en tipik örneklerinden biri de bugün Suriye konusunda yaşanıyor. 2011 yılında başlayan ‘Arap Baharı’ sürecinin son halkası olan Suriye’de yaşanan süreç, bugün dünyanın gündemine oturmuş durumda. Fakat burada anormal olan bir şey var: Yıllardır görmezden gelinen Suriye halkının acılarına, neden bugün bu kadar ilgi duyuluyor? Öte yandan Arap Baharı öncesinde başlayan ve sonrasında da iyileşme belirtisi gösteren Suriye’deki demokratikleşme sürecinin hızlanması beklenirken, bu çatışma ortamı nasıl oluşturuldu? Sorunlara siyaset kurumları kanalıyla çözüm üretilebilecekken, neden bu ihtimal devre dışı bırakıldı? Ayrıca bu sürecin müsebbibi yalnızca Baas rejimi midir?
Gücün ve işgalin öncü kuvveti: Uluslararası medya
Günümüzde ‘gücün ve işgalin öncü kuvveti’ işlevini üstlenen medyanın niye bazı bölgeleri görmezden geldiği, bazı acılara kulağını ve gözünü kapattığı sorgulanması gereken bir durumdur. Hangi ihlallerin dünyanın gündemine taşındığı, kamuoyu gündemine taşınacak ihlallerin tercihine nasıl karar verildiği tartışmalıdır. Zulüm ve işkence, Batılı güçlerin işlerine yaradığı, emperyal faaliyetlerinin önünü açtığı oranda telin edilmesi gereken bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
11 Eylül sonrasında ABD’nin Orta Asya ve Ortadoğu’ya yeniden yerleşme planları doğrultusunda işgal edilen, milyonlarca masum sivilin yaşamını yitirdiği ve yitirmeye devam ettiği Irak ve Afganistan, dünya gündeminde Suriye’nin onda biri kadar yer bulmuyor.
Filistin’de, bugüne kadar milyonlarca insanın ölümüne sebep olan, bir o kadarını da Filistin’i terk etmeye zorlayan İsrail, bugün insanların evlerine, tarlalarına, yaşam alanlarına el koymaya, yerleşim birimlerini bombalamaya ve masum sivilleri öldürmeye aralıksız devam ediyor. Acaba İsrail’in dünyanın gözü önünde Filistin’de uyguladığı soykırımı artık kanıksadığımız için mi, Suriye kadar haber değeri taşımıyor ve Suriye kadar canımızı acıtmıyor?
2. Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlıklarını ilan eden Afrika devletleri, Batı’nın sömürgeci uygulamalarından bugün hala kurtulabilmiş değil. Son üç yıl içerisinde Fildişi Sahilleri, Nijer, Gabon, Moritanya, Madagaskar ve son olarak bu yıl Mali’de gerçekleşen darbeler, yüz milyonlarca insanın yaşadığı çok geniş bir coğrafya için hayati önem taşırken, dünya kamuoyunun gündeminde küçük bir haber olarak yer aldı. Oysaki, bu darbeler, pek çok devleti bölünmenin eşiğine sürüklüyor, siyasi istikrarı baltalıyor, hak ihlallerini tırmandırıyor ve ekonomik krizlere sebep oluyor.
ABD ve Avrupa devletlerinin, uluslararası kurumların desteğini de arkasına alarak Sudan’da gerçekleştirdiği bölünme, dünya kamuoyuna ‘Sudan’ın demokratik tercihleri’ olarak sunulurken, bu devletlerin Sudan’da gerçekleşecek bölünme üzerinden hayata geçirmeyi düşündükleri planlar hiç konuşulmadı. Oysa 2005’te biten iki iç savaşta yaklaşık 3 milyon insan ölmüş, 5 milyona yakın insan da göç etmek zorunda kalmıştı. Bugün yeniden alevlenen çatışmalarda da her gün can kayıpları yaşanmaya devam ediyor.
Somali’de özellikle ABD’nin sürdürdüğü politikalar, bir milleti topyekün yok etmek üzereyken, yaşananlar yalnızca bir kuraklık hadisesi gibi gösterilmeye çalışılıyor. Oysa 20 yılı aşkın bir süredir bitmesine izin verilmeyen bir iç savaşla yok olmanın eşiğine gelen Somali’de olup bitenler yakından incelendiğinde, çok daha acı gerçeklerle karşı karşıya geliniyor.
Sovyet yönetiminin zulmü altında onlarca halk, 20. yüzyılın sonlarına kadar toplu sürgünlerle vatanlarından edildi, asimilasyon ve soykırıma maruz bırakıldı. Bugün bu unsurların bir kısmı Sovyet zihniyetini sürdüren diktatör devlet başkanlarının yönetiminde, bir kısmıysa hala Rusya sınırları içerisinde benzer uygulamalara maruz kalmaya devam ediyor.
Öte yandan Doğu Türkistan ve Tibet ise, Çin’in asimilasyon ve soykırım politikaları karşısında yıllardır hayatta kalma mücadelesi veriyor. Filipinler’den Myanmar’a, Arakan’dan Patani’ye kadar, Doğu ve Güneydoğu Asya’nın pek çok bölgesinde de benzer uygulamalar aralıksız devam ediyor. Şiddet, insan hakları ihlalleri, asimilasyon politikaları tüm hızıyla sürerken, bırakın dünyanın gündeminde olmayı, milyarlarca insan bu sorunlu bölgelerin adını dahî bilmiyor.
Geçtiğimiz yıl 50 binden fazla insanın Kaddafi’yi yakalamak bahanesiyle öldürüldüğü, Libya’nın pek çok şehrinin yerle bir edildiği dış müdahalelerin sonuçları maalesef konuşulmuyor.
Dünyaya demokrasi ve insan hakları dersi veren Almanya’da yıllardır devam eden Neonazi cinayetlerinin, aslında Alman derin devleti tarafından bizzat örgütlendiği belgelerle ortaya çıktı. Başka ülkelerdeki münferit hadiselerde dahî dünya kamuoyunu harekete geçirerek sözkonusu ülke üzerinde siyasi baskı kurmaya çalışan Almanya’nın bu cinayetler sebebiyle bedel ödemesi gerekmez miydi?
Uluslararası kurum ve kuruluşlar gerçekte neye hizmet eder?
Başta BM olmak üzere NATO, AİHM, UCM, IMF, Dünya Bankası gibi kurumlar, nedense birkaç devletin dünya üzerindeki insanlık dışı uygulamalarını meşrulaştırma vazifesi görmekten öte bir işlev taşımıyor. Öte yandan bugün bir bakıma İslam dünyasının uluslararası düzeyde temsilciliğini üstlenen İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Arap Birliği’nin, dünya üzerinde olup biten bu olaylar karşısındaki pasif tutumunu tartışmanın zamanı gelmedi mi?
Dünya: Küresel şirketlerin uygulama alanı
Bugün canlı yaşamını ilgilendiren pek çok alanda küresel şirketlerin insanlığın geleceğini olumsuz etkileyecek uygulamalar gerçekleştirdikleri biliniyor. Afrika kıtası bugün Avrupa’nın elektronik çöplüğüne dönüşmüş durumda. Afrika kıyıları da, küresel şirketlerin nükleer atık deposu olarak kullanılıyor. Benzer şekilde fastfood firmaları ve dev gıda şirketleri de, ihtiyaç duydukları hammaddeleri ve ürünleri karşılayabilmek için Afrika ve Asya ormanlarına saldırıyor. Her gün hektarlarca ağaçlık alanın yok edildiği bölgeler, kapitalist düzenin mabetleri AVM’lere ve fastfood zincirlerine hizmet ederken, insanlık bir uçuruma sürükleniyor.
Batılı devletler, canlı yaşamına azamî değer verdiği imajı oluştururken, dünya tarihinin en büyük ekolojik felaketinin üzerinden henüz 2 yıl gibi kısa bir süre geçmişken unutturulması, bu imajın sahteliğini isbatlamaya yetiyor. Hatırlanacağı gibi, Meksika Körfezi’nde gerçekleşen, BP ve Transocean şirketlerinin sebep olduğu petrol felaketinde milyonlarca varil petrol okyanusa karışmıştı. Telafisi mümkün olmayan zararlara yol açan bu felaket, ABD hükümetinin ve medyanın kollayıcı tavrıyla basit bir hadise gibi gösterilmeye çalışılmıştı.
Dünya ekonomisi içinde güçlü bir yeri olan silah endüstrisi de, devlet yönetimleri aracılığıyla, özellikle Afrika ve Asya’da yeni çatışma alanları oluşturarak pazarını genişletiyor. Etnik ayrımcılığı, kabileciliği ve mezhep çatışmasını körükleyen, gerginlik ve kaos ortamı oluşturarak devletleri milyarlarca Dolar’lık silah alımlarına zorlayan küresel hegemonya, bu satışlarla kasasını doldururken, satılan silahlarla yok olan milyonların yaşamını kimse umursamıyor.
Suriye neyi örtüyor?
Bütün bu olup bitenler, Batı merkezli uluslararası haber ajanslarının ve medya organlarının yanlı tutumlarıyla insanlığa ulaşıyor, hatta bazı durumlarda hiç ulaşmıyor. ABD, Avrupa devletleri ve küresel şirketlerin çıkarları doğrultusunda yayın yapan uluslararası medya, küresel aktörlerin görmemizi istediği şeyleri, görmemizi istedikleri şekilde, görmemizi istedikleri kadar aktarıyorlar.
Dünyanın dört bir tarafında gerçekleşen ve yukarıda kısaca sıraladığımız bu ve buna benzer hadiselerin tamamının, bugün Suriye’de yaşanan süreç kadar gündem değeri taşımıyor olmasını sizce nasıl yorumlamalı? Bugün dünya kamuoyu, neden her gün yeni can kayıplarıyla ve canlı yaşamını olumsuz etkileyen ihlallerle dolu onca olayı konuşmuyor? Yaşanan ihlalleri dünya kamuoyunun gündemine taşıyanların tercihlerini hangi kriterler belirliyor?
Ya da asıl soru şu: Dünya kamuoyunun gündemini Suriye ile dolduranlar, aslında neyi/neleri örtüyorlar?
Uluslararası Hak İhlalleri İzleme Merkezi/İstanbul