İŞTE SOHBETTEN ÇARPICI BAŞLIKLAR
Ebu Cehil, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'i namaz kılarken görürse muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü yere sürteceğine dair Lat ve Uzza'ya yemin etmişti. Bir gün, dediğini yapmak için namaz kılmakta olan Allah Rasûlü'nün yanına varmış; fakat tam yaklaşıp hamle yapacakken birdenbire arkasına dönmüş, elleriyle yüzünü koruyarak geri çekilmişti. “Sana ne oldu?” denildiğinde de “O'nunla benim aramda ateşten bir hendek, bir korku ve bir takım kanatlar var!” cevabını vermişti. İnsanlığın İftihar Tablosu ise, “Bana yaklaşsaydı, melekler onu parça parça ederlerdi.” buyurmuştu.
Bu hadise üzerine, “Hayır, gerçek şu ki; Rabbinin bunca nimetlerine rağmen insanoğlu kendini müstağni sayarak azgınlık eder. Oysa dönüş elbette Rabbinedir! Namaz kılan bir kulu, ondan alıkoyanı gördün mü?“ (Alak, 96/6-11) mealindeki ayetler indirilmiş; Cenâb-ı Hak, bu ilahi beyanlarla devam eden Alak Suresi'ni tamama erdirmişti.
SEBEB-İ NÜZUL BİR MERCEKTİR AMA…
Geçtiğimiz günlerde tefsir dersinde bu sure-i celileyi işledik. Mealini verdiğimiz ayetler müzakere edilirken sebeb-i nüzul olarak Ebu Cehil'in Peygamber Efendimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) namazdan alıkoymak üzere yemin ettiği anlatılıp, tefsir sadece bunun üzerinden götürülünce, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi tatlı bir ikazda bulundu:
“Esbab-ı nüzul sadedinde rivayet edilen hadiselerin her biri çok önemli bir mercektir; meseleleri daha iyi anlayabilmemiz için ışık tutucudur. Fakat ilahi beyanları sadece indirilişlerine vesile olarak gösterilen hadiseler zaviyesinden ele alırsanız, Kur'an-ı Kerim'i yalnızca bir tarih kitabı gibi okumuş olursunuz. Hâlbuki Kur'an sırf bir tarih kitabı değildir; o mazi, hal ve istikbale beraber bakmakta; Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'e inerken aynı zamanda her devrin insanına ve tabii her birimize hitap etmektedir. Onun için ayetleri daha kapsayıcı olarak düşünmeli! Mesela, burada hangi devirde ve kim olursa olsun, bir insanı ibadetten alıkoymanın Ebu Cehil davranışı olduğu vurgulanmalı.”
KUR'AN HER AYETİYLE BİZE DE HİTAP EDİYOR
*Kur'an, Fatiha'dan Nas suresine kadar, baştan sona her birimize hitap ediyor. Bazı ayetleri, doğrudan doğruya üzerimize alırız; tavırlarımız, davranışlarımız, uymamız gerekli olan şeylere uymamız, uymamamız gerekli olan şeylere uymamamız açısından onlara öyle bakarız. Mesela iman ve İslam'a müteallik meseleleri anlatırken, Allah bize hitap ediyor gibi meseleyi alırız. Cenâb-ı Hak, “Namaz kılın, oruç tutun, imandan sonra salih amelde kusur etmeyin!.” buyuruyorsa, “Tam bana dedi” deriz. Bazen de duygularımız ve düşüncelerimiz itibarıyla belli ölçüde inhiraflar yaşarız. Oysa falan düşünce, bir küfür düşüncesidir, filan sıfat bir kâfir sıfatıdır! Bu açıdan da onlarla ilgili ayetlerin dahi bir yönüyle bizimle alakalı olduğunu düşünürüz.
*Kur'an-ı Kerim, ister mü'min, ister kâfir, ister münafık, ister hukukullaha riayet etmeyen insanlarla alakalı meseleleri anlatırken, ya yaptığımız veya yapmadığımız ya da düşündüğümüz şeyler itibarıyla, detaya ait bir kısım tavır ve davranışlarımız açısından şöyle böyle bize de hitap etmektedir. Zira Hazreti Pîr'in de dediği gibi: “Her mü'minin her sıfatı mü'min değildir; her kâfirin her sıfatı da kâfir değildir.” Bazı mü'minlerde kâfir sıfatı bulunur; bazı kâfirlerde de mü'min sıfatı bulunur. Mesela, insaf bir mü'min sıfatıdır; bu kâfirde de olabilir. Mesela, ne olursa olsun insanı saygıyla karşılama; dini, mezhebi, mizacı, mezakı.. ne olursa olsun onun muhabbetiyle yaşama, fakat başkalarına da adavet etmeme; “İnsan Allah'ın antika bir sanatıdır. İnsan olması itibarıyla her insana karşı saygı duymak lazım.” deme, mü'min sıfatıdır. Diğer taraftan küfran-ı nimet, tembellik, atalet, hakikati görmezlik, ahlaksızlık; başkalarının hukukuna tecavüz, adaletsizlik ve toplum içinde herc ü merce sebebiyet verme gibi vasıflar da kâfir sıfatlarıdır. Bunu çoğaltabilirsiniz. O kâfir sıfatlarına “mühlikât” dersiniz; mü'min sıfatlarına da “münciyât” dersiniz (İmam-ı Gazzâlî'nin terminolojisine göre). Onlar insanı tepetaklak “hâviye”ye götüren faktörlerdir. Berikilere gelince, onlar da insanı -bir yönüyle- cismaniyetten, hayvaniyetten kurtarıp a'lâ-yı illiyyîn-i kemâlâta yükselten, cismaniyetine rağmen insanı melekleştiren, mülk olan bir varlığı bir yönüyle melekûte yönlendiren ve melekler arasında seyr ü seyahata muktedir kılan sıfatlardır.
*Bazen o mü'min sıfatlarını takdir edip nazara veren, bazen de kâfir sıfatlarını anlatıp yeren Kur'an'ın her harfinin, her kelimesinin, her ayetinin, her paragrafının, her makta'ının bize hitap ediyor gibi algılanması çok önemlidir. Yoksa belli bir dönemde Muhammed (Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem) isminde bir zâta nâzil olmuş, o da etrafındakilere telkin etmiş; sonra biz de kalkmış mü'minler ortamında neş'et etmişiz; onlar ne demişlerse biz de onları kabullenmişiz; hatta Ramazan'da almış o Kur'an'ı okumuşuz.. şeklinde meseleye yaklaşırsak büyük hata etmiş oluruz. Evet, onu hafife almıyorum; “mukabele” de kendine göre kıymetlidir, çok sevabı vardır. Allah'ın kelamı; siz o kelimeleri telaffuz ettiğiniz zaman, mele-i a'lânın sakinleri hayranlıkla size bakarlar, çünkü melekleşme yoluna girdiniz. Fakat bir yönüyle Kur'anlaşma mevzuu esastır! Kur'an'ı sana hitap ediyor gibi algılama mevzuu. Her harfinin, her kelimesinin senin için bir şey ifade ettiğini anlama, “Allah Allah” deme mevzuu. Bazı vesilelerle ifade edildiği gibi; -insan her zaman öyle duyamasa da- bazen önünde Kur'an-ı Kerim, namaz kılıyorken, şaşkınlıkla elini külahına atıp da onu yukarıya atasın gelir. “Yahu nasıl böyle kalbimden beni vurdu bu?” dersin. Fakat bu Kur'anlaşmaya bağlı! Konsantre olmaya bağlı! İm'ân-ı nazar etmeye bağlı! “Allah benimle konuşuyor” demeye bağlı! Hadis-i şerif de öyle ifade ediyor: “Kur'an okuyan birisi ‘Allah ile konuşuyorum' diye yemin etse, yemininde hânis olmaz.” İşte o ufku yakalamak lazım.
ÖZGÜVEN VE MENFî İSTİĞNâNIN AZDIRDIĞI KİMSELER
*Sorduğunuz ayetlere gelince; “Hayır, gerçek şu ki; Rabbinin bunca nimetlerine rağmen insanoğlu kendini müstağni sayarak azgınlık eder.“ Kur'an-ı Kerîm, bu ayetlerdeki mesajıyla; küfür ve dalalet içinde gözü kapalı, kulağı sağır, kalbi hareketsiz ve aynı zamanda mantığı işlemeyen bir prototipten bahsediyor. Hafizanallah, herkesin o duruma düşme ihtimali vardır.
*Cenâb-ı Hak bazen nimetle, bazen de nıkmetle imtihan eder. Bazen güç verir, imtihan eder. Servet verir, imtihan eder. İnsanların takdirine mazhar eder, imtihan eder. Parmakla işaret edilen bir insan haline getirir, imtihan eder. Bazı şeylerde başarılı kılar, imtihan eder. Bütün bu imtihanlarda -hafizanallah- insan şirazeden çıkar, Allah'ın koyduğu kanunları tanımazsa, işte o bir tuğyana sapmış demektir. Nereden tuğyana sapıyor? Kendini müstağnî görüyor; “Ben bana yeterim!” diyor. Özgüven! Allah'a güven değil.
*Allah'ın iradesi mi büyük, sizin iradeniz mi? Allah'ın ilmi mi büyük, sizin ilminiz mi? Allah'ın kudreti mi muhît, sizin kudretiniz mi muhît? O zaman kendi irade, kendi ilim ve kendi kuvvetinizden bahsetmeniz Allah'a karşı saygısızlık olur. Sizinkiler bir şart-ı âdîdir sadece! Sizi istihdam etmek için, bir yönüyle o misyonu eda etmeniz adına size verdiği, müsâvi-i tarafeynden ibaret, iki husus arasında bir meyelan ve meyelandaki tasarruftur. Bir eğilim gösterme sadece, iradeniz odur!
DÖNÜŞ ALLAH'ADIR!..
*Kendini müstağni, ihtiyaçsız gibi gördüğünden başkaldırıyor. “Ben ben” diyor. “Benden büyük ilah mı var?” diyor, aynen Firavun gibi. Şimdi bu da bir kâfir sıfatıdır. Firavun kâfir olduğundan dolayı, kâfir sıfatı; numarası, drobu ona uyuyor olabilir. Fakat mü'min olduğu halde gücü, kuvveti, imkânı, serveti ve halkın takdirini yanına alınca, bu türlü mülahazalara girmesi; alkış beklemesi, kendisini kast sistemine göre zirvede görmesi, başkalarına tepeden bakması ve herkesi birer ahmak gibi mütalaaya alması, bunlar da birer kâfir sıfatıdır! Kimde varsa… Onun -bir yönüyle- iman iklimine veya kalbî ve ruhî hayatına güve düşmüş demektir. Hiç farkına varmadan, öleceği âna kadar, yünü didik didik ettiği gibi o güve, onun kalbî hayatını da didik didik eder. Sonra da bir muhalif rüzgâr eser, “savrulan tüyler” veya riyâha maruz birer tibn-i bîkarâr haline getirir.
*“Oysa dönüş elbette Rabbinedir!” Ey zavallı insan senin er geç muhakkak, şüphen olmasın, dönüşün Allah'adır. Şu halde, neden başarıları kendinden biliyor, nimetlerle şımarıyor ve hayatının hesabını vereceğini göz ardı ediyorsun?!. Hadiseleri sana nispet ettikleri zaman, “Allah Allah! Bunlar Allah'ın yaptığı şeyler. Benim öyle şirke açık bir yanım mı var ki bunları bana nispet ediyorlar?” demelisin. El-âlem senin hakkında böyle düşünebilir; bunu da içtihat hatası kabul etmelisin. “Bu vifak ve ittifaka Cenâb-ı Hakk'ın tevfiki.” demelisin. İnsanlar kendilerini bir yolda bulduklarından esasen onun avantajlarını değerlendirmiş, konjonktürel olarak bazı muvaffakiyetler elde etmiş olabilirler. İnsanlara nüfuz etme.. ama o yolu sen açmamışsın ki.. orada sen ilk değilsin ki.. izlerinden belli, önünde yürüyen insanlar var. O işin çilesini çeken insanlar var. Nefyedilen insanlar var. Tehcirle tehditle ezilen, preslenen insanlar var. Her şeyden evvel Peygamberler var ve Peygamberlerin Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) var. Şimdi bütün bunlar varken, böyle az buçuk bir muvaffakiyetinden dolayı kendini bir şey görme, konuşurken sözleri ağzında geveleme, mimikler ve el-ayak hareketleriyle kendini ifade etme, ses tonu ve musikisiyle bunu ifadeye çalışma bir egoizmanın, bir egosantrizmanın, bir narsizmin ifadesidir. (“–izma” yı Üstad Necip Fazıl kullanırdı.) Bunlar bir yönüyle kendini müstağni görme şaşkınlığının ifadesidir. Ve bir diğer yönüyle de âkıbetinden haberdar olmamanın ifadesidir. “Oysa dönüş elbette Rabbinedir!”
EBU CEHİL BİR PROTOTİPTİR, BENZERLERİ HER YERDE GÖRÜLEBİLİR
*“Namaz kılan bir kulu, ondan alıkoyanı gördün mü?” İşte o tuğyana sapan, kendini müstağni gören; küfürde, dalalette, kalbindeki inanma istidadını perdelemede tipik biri olan o insan, namaz kılan bir kulu namaz kılmadan menetmeye çalışıyor. Kim olursa olsun. Her devirde olabilir bu. Ebu Cehil, Utbe, Şeybe, Ebu Leheb, İbn Ebi Muayt; bunlar İnsanlığın İftihar Tablosu Kâbe'nin karşısında el pençe divan durduğu zaman, O'nu namazdan menediyorlardı. Oradaki o prototip ister Ebu Cehil olsun, ister Utbe olsun, ister Şeybe olsun, isterse de başkası olsun farketmez. Meseleyi sadece sebeb-i nüzule bağlı ele alacak olursanız, o bir yönüyle işi birine fatura etme ve o işten sıyrılmadır. Esasen meseleyi bizimle ve zamanımızla da irtibatlandırarak ayetleri öyle okumak lazımdır. Kur'anlaşma ve vahy-i semavi içinde erime dediğimiz şey de budur.
*Maalesef çoğumuz itibarıyla Kur'anlaşma ve vahy-i semavi içinde erime ufkunu yakalayamadığımızdan dolayı bugün camilerde cansız cenazeler vardır. Namaz kılarken, yetiştikleri kültür ortamının verdiği “kültür Müslümanlığı”nı temsil edenler vardır. Bayılıp düşen yoktur o camide. Kürsüde bayılıp düşen insan yoktur. Minberde kendinden geçip deliren insan yoktur. İnsanlığın İftihar Tablosu'nun, minberde ihtizaz meydana gelecek şekilde sarsıldığından bahsedilir. Başını secdeye koyduğu zaman veya namazın içinde “Tasa ve dağınıklığımı Sana şikâyet ediyorum Allahım!” mealindeki ayetin kelimeleri dudaklarından dökülürken tâ arka saflarda Hazreti Ömer'in hıçkırıkları duyulur. Ebu Bekir de öyledir, Osman da öyledir, Ali de öyledir (radiyallahü anhüm ecmain). Çünkü onlar namaz kılmazlar, onlar namazı ikâme ederler. Ca'lî değildir onların ibadetleri, hakikidir. İç ve dış yapısı itibariyle ona da “namazlaşma” diyoruz. Dualaşma, rükûlaşma, secdeleşme, namazın içinde eriyip tamamen namaz olma, kendini unutma, etrafındakilerini görmeme.
NİYETLERİN KİRLİLİĞİ AYNI, TAHRİBATIN ŞEKLİ FARKLI
*İlahi beyanın kuşatıcılığı açısından, bu ayetler camilere kilit vurulmasına ve imanlı nesiller yetiştiren eğitim kurumlarının kapatılmasına da bakar. Bu, bazı dönemlerde çok şiddetli olmuş. Bir dönem Orta Asya'da, Doğu Türkistan'da çok şiddetli olmuş, bütün camiler seddedilmiş. İspanya'da olduğu gibi, Müslümanlar tehcir edilmiş, teb'id edilmiş, oradaki mabedler müze haline getirilmiş, belki bazıları kiliseye çevrilmiş. Doğuya bir kısım seferler halinde geldiklerinde de değişik şeyleri tahrip etmiş, yakmışlar. Bunun gibi çok ciddi şeyler yaşanmış; orada ezanlar yasak edilmiş, namaz yasak edilmiş, Kur'an yasak edilmiş, hatta o milletin kendi dili adına kullandığı alfabe de yasak edilmiş, değiştirilmiş. Bu ağızdaki, aksandaki değişiklik bizi birbirimizden uzaklaştırmış. Dolayısıyla da çok korkunç bir tahribat meydana getirmişler. Belli bir dönemde Kapadokya'da da böyle olmuş; ezana dokunulmuş, kâmete dokunulmuş, namaza da dokunulmuş.
*Günümüzde ise eskilerinden biraz daha farklı. İnsanlar yapamadıkları, yapmaya muktedir olmadıkları, sürekli değişik alternatifler çıkardıkları halde hem de devletin imkânlarına rağmen bir türlü dikiş tutturamadıkları için, 170 küsur ülkeye yayılma meselesini hazmedemediler. Onun için o mevzuda yıkma adına hem kazma, hem balta, hem manivela kullandılar. Hem yabancı misyon şeflerini topladılar, onlara dediler: “Amanın.. falan…” Kime nasıl dediler? Şöyle böyle İslami hassasiyeti olanlara karşı dediler ki “Bunlar Sam amcanın çocukları ile anlaşma içindedirler, Siyonistlerle anlaşma içindedirler.” Onlarda öyle bir nefret duygusu uyarmaya çalıştılar. Bir diğer yerde, dinin sistematik halde toplum hayatında olmasından endişe duyanlara da dediler ki, “Amanın, bunlara karşı dikkatli olun. Bunlar esasen şer-i şerifi ikâme etme niyetindeler!” Onları da öyle ürkütmeye çalıştılar. Yani kimin, hangi hususa karşı alerjisi varsa, hangi husus onda bahar poleni şeklinde alerji yapıyorsa, alerji yapacak o polenleri kullanmak suretiyle onlarda alerji meydana getirmeye çalıştılar.
*Bugün kullanılan argümanlar bunlardır, o dönemde de kullanılan onlardı. Esas bu konuda önemli olan, niyetin kirliliğidir, hased duygusudur; “bana benze, beni kabullen” düşüncesidir; dize getirme, pes ettirme kâfirce mülahazasıdır. Bunları yapan herkes kâfir olmaz ama bu tavırlar kâfircedir.
“PARALEL, PARANOYANIN NESEBİ GAYR-İ SAHİH VELEDİDİR; YA PARALAL?!.”
*Himmetiyle, gayretiyle, vifak ve ittifakıyla, tevfik-i ilahiyle kanatlanarak milletimizin yaptığı işleri bazı önde görünen insanlara mâl etmek suretiyle, onları karalayıp tesirsiz hale getirerek, itibarlarını yıkarak bu meseleyi de yıkma adına ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Bir senedir o düşüncelerini ve o dimağlarını Türkiye'yi kalkındırma adına teksif etselerdi, ona konsantre olsalardı, zannediyorum Türkiye böylesine yalnızlaşmamış olurdu, ekonomik problemlerle karşı karşıya kalmamış bulunurdu; bütün çevremizdeki devletler bize koşma adına yarışa girerlerdi. Bu ifsat etme dehası, ıslah için kullanılsaydı, öyle olurdu. Fakat etrafta çeşit çeşit yangınlar varken, onları görmezden gelerek, hatta onlara bir kısım avantajlar tanıyarak; dün şekavetle karaladıkları, idam edilmediklerinden dolayı başkalarını suçladıkları kimselerle şimdi el ele, omuz omuza, diz dize, topuk topuğa kardeş gibi olarak bütün himmetlerini ve gayretlerini vatan evladıyla uğraşmaya teksif ettiler. Kafalarını takmışlar paranoyaya bağlı paralele. Paranoyanın nesebi gayr-i sahih evladıdır paralel. Bazen de “paralâl” diyorum; parayı alınca seslerini kesen dilsiz şeytanlar. Evet bir paralel var, bir de paralâl. Bütün himmetlerini bu noktaya teksif etmek suretiyle bir neo-Stalinizm, bir neo-Leninizm, bir neo-Hitlerizm… Sadece aradaki fark neo (yeni) olması.
*Krallar gibi yaşama imkânlarına sahip olunca ve rahatı elde edince zehirlenmiş dimağların bundan başka yapacakları bir şey de yoktur. Çünkü öyle yaşama Amnofislerin, Ramseslerin, İbnüşşemslerin, Sezarların, Antonilerin hayat tarzıdır.
*Allah taksiratımızı affetsin; bizim de, kötülüğe kilitlenmiş başkalarının da kalblerini ıslah eylesin.
//www.zaman.com.tr/