Beyaz Perdenin Kirleri

Yıllarca en mutaassıp aileleri bile nice filmlerle, dizilerle kilitlediler ekran karşısına. Pek çok evde özellikle babanın hassasiyetinden dolayı birçok kanal yoktu.

Beyaz Perdenin Kirleri
 Yıllarca en mutaassıp aileleri bile nice filmlerle, dizilerle kilitlediler ekran karşısına. Pek çok evde özellikle babanın hassasiyetinden dolayı birçok kanal yoktu. İslami yayın yapıldığına inanılan (!) belli başlı kanallar vardı yalnızca. Ve sanki o kanallarda yayına ne koyuluyorsa izlenmesi mübahmış gibi, hiç sorgulamadan izleniyordu. 

 Evet, hem de ailecek kilitleniliyordu ekran başına.
Neredeyse her kesimden insanın gözü kapalı teveccüh göstereceği bir zamanda bir karaktere kilitledik önce. Genelde “Battal Gazi” ya da “Malkoçoğlu” yahut buna benzer isimlerle çıktı karşımıza. Kahramandı. Hem de öylesine büyük bir kahramandı ki tek başına bir orduydu. Adeta Bizans surlarında destan yazıyor ve tek başına kâfir ordusunu alt ediyordu. Haydi diyelim ki bunlar olabilir. Diyelim ki gerçek bir kahramanlık destanı yazan ve şu an da Malatya’da metfun bulunan Battal Gazi’yi, o zamanın şartlarında beyaz perdeye böyle aktarabildiler. Peki, işlenen bu kahramanın, Bizans sarayında kadınlarla gayri ahlaki ilişkilere girmesi ne ile izah edilebilirdi? Haram olan şarabı “Gayri bize helal oldu.” derdirterek filmlerine alan zihniyetin amacı neydi? Gerçek bir tarihi şahsiyeti böylesi ucuz numaralarla karalamaya ve bir neslin gözünde ecdadını böylesine küçültmeye kimin hakkı vardı?

Yine yaşlı bir dedenin de küçük bir çocuğun da izlediği hatta ezberlediği en bildik karakterdir “Şaban”. İlginçtir ki hafızalarımızda “inek” sıfatı ile yer etmiştir. İnek Şaban, “boyu uzun ama aklı kısa” bir karakteri canlandırıyordu. Elinden çok bir iş gelmeyen, saf, herkese inanan, pısırık, güya yaptığı komikliklerle herkesi güldüren ve tüm korkaklığına rağmen her filminde trajikomik tesadüflerle kahraman olan bir tiplemeydi o...

Sonra biraz daha yakın zamana geldiğimizde, özellikle bir dönem gençliğinin gözdesi olan bir lise dizisi çıktı karşımıza. Ve biz bu kez de ona kilitlendik. Dizinin her bölümünde defalarca kez tekrarlanan “Hoca camide” tabiri hepimizin hayatına ve diline nasıl da yerleşmişti. Yine hafızalardan silinmeyen bir isim vardı o dizide, “Mennan”… Okulda hademe rolü olan bu karakter tabiri caizse tam bir aklı evveldi. Konuşmayı bile beceremeyen, insanların alay konusu olan, boyundan ve statüsünden büyük hayalleriyle herkesi kendine acındıran bir karakterdi o...

Zaman geçtikçe dizilerdeki oyuncular ve çekim kalitesi artıyordu belki ama verilmek istenen mesajlar hiç değişmiyordu. Bu kez karakterimiz “Gaffur”du. Üzerinden hiç çıkarmadığı pijamasıyla görünüyordu gözlerimize. Daha sonra “Gaffur pijaması” diye ünlü olacağını bilmiyorduk bile. Gaffur tiplemesi deyince “Psikopat” tabiri geliyordu hemen aklımıza. Çünkü sürekli insanlara nasıl zarar veririm hesapları yapan, rüyalarında, hayallerinde bile birilerine işkence ettiğini gören, herkesin kendisinden hem korktuğu hem de tiksindiği için karşılaşmamaya gayret ettiği, aynı diğer tiplemelerde olduğu gibi yine normal insan standartlarında düşünüp hareket edemeyişiyle, kafasının fazlaca geri ve farklı çalışmasıyla insanları büyüleyen (!) bir karakterdi o…

Unutulmayacak bir başka karakter de, hizmetçi rolündeki bir kadındı. Evin hanımı gayet modern, kibar konuşan, saçları ve elbiseleriyle göz kamaştıran (!) cinsten ama hizmetçi Emine; fitneci, dırdırcı, sürekli kocasından şikâyet eden ve ona beddualar eden, hareketleri ve konuşması insanı tiksindiren bir kadındı. Ama asıl önemli özelliği bu değildi Emine’nin. Başında taşıdığı, her ne kadar yarım yamalak da olsa, başörtüsüydü...

Yıllarımız bu mesajlarla geçti, koca bir nesil bilinçli bir şekilde narkozlandı.

Elbette görsel sunum yapılırken yahut bazı gerçek hikâyeleri perdeye aktarırken senaryoda bazı değişiklikler yapılabilirdi. Hatta en baştan senaryo dahi yazılabilirdi. Yukarda bir kısmını zikrettiğimiz karakter özümsemeleri de normal olabilirdi. Ama tüm bunlar amacı araçlara kurban ederek olmamalıydı. Yahut amaç neydi?
Öyle ya Şaban neydi? Battal Gazi kimdi? Gaffur kimdi? Mennan kime denirdi? Yıllar boyu büyülenmiş gibi izlerken bildik mi acaba Şaban’ın, hadislerde geçen mübarek bir ay olduğunu? Bildik mi Gaffur’un ve Mennan’ın Esma-ül Hüsna’nın en güzel isimlerinden olduğunu? Bütün bir ülke olarak oturmuş onların hakaretlerine gülerken, eğlenirken, aslında onlara değil -Allah muhafaza- o ismin gerçek sahibine güldüğümüzü, O’nun zatıyla dalga geçtiğimizi bildik mi? Emine tiplemesiyle genç kızlar başörtüsünden nefret ettirilirken, biz aile dizisi olarak nasıl gönül rahatlığıyla izledik onları?

İlk değil son da olmayacak bu elbette. Yıllar boyu tüm dizi ve filmlerde tek bir kareyle de olsa İslam kötülendi. Din adamlarıyla dalga geçildi. İmamlar hep gözleri felfecir okuyan, eli tesbihli ama gözü etraftaki kadınlara bakan, dolandırıcı, üçkâğıtçı, yalancı, para ve kadın düşkünü erkekler olarak gösterilmedi mi bize? Okuyucu yaşlı bir kadın, sureleri bile doğru düzgün okuyamazken paralarını almadı mı insanların? Surelerle, ayetlerle dalga geçilmedi mi? İsimleri sürekli değişen ama mesajı asla değişmeyen yapımlar… Dün başka bir ismi varken bugün “Kertenkele” olmuş adı, ne fark eder?

Yönetmenler bunları çekerken, yapımcılar ve yayıncılar ekrana konmasına izin verirken, RTÜK dediğimiz kurum bunlar için hiçbir önlem almazken ve bizler, fütursuzca evlerimizde bunları izlerken, nasıl bir tehditle karşı karşıyayız biliyor muyuz? Allah ve Rasulü belki de böylesi zamanlar için bizi nasıl da uyarmış asırlar önce. Bir hadisten ve iki ayetten şimdi ders almayacaksak ne zaman alacağız? Hadise şu şekilde zuhur eder:

Allah Rasulü ve ashab-ı kiram bir cihad dönüşündedir. Medine’ye varmadan bir yerde verdikleri mola esnasında iki sahabe gezerlerken, Kur’an okuyan kilolu bir sahabeyi görürler. İki kişiden biri diğerine bakarak, şaka yapmak maksatlı: “Kur’an okuyanlar nedense hep göbekli oluyor.” der. Diğer arkadaşı onu hemen ikaz eder; yaptığının hiç doğru olmadığını, elinde Kur’an taşıyan birisine o Kur’ana hürmeten böyle bir şey söylenmemesi gerektiğini, söylendiği takdirde de o hakaretin elindeki Kur’ana varacağını söyler ve durumu Rasulullah’a anlatmaya gider. Arkadaşı arkasından koşarak gelir ve yalnızca şaka yaptığını, ciddi olmadığını, sadece biraz gülmek ve güldürmek istediğini söylese de Allah Rasulüne durum bildirilir. Tam atına binmek üzeredir İki Cihan Güneşi. Sahabe atının üzengisine yapışır ve yalvara yalvara “Ey Allah’ın Rasulü yalnızca şaka yapmıştım, kötü bir niyetim yoktu, özür dilerim” der. Sahabe pişmandır ve af beklemektedir. İşte orada olan olur. Daha Efendimizin mübarek ağzından tek bir kelime çıkmadan vahiy gelir ve Tevbe Suresi’nin 65 ve 66. ayetleri nazil olur:

“Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk, derler. De ki: Allah ile O’nun âyetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz?” Sonraki ayet ise “Keşke böylece bitseydi” dedirtecek cinstendir ve insana bir tokat gibi çarpar: “(Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir grubu bağışlasak bile, bir gruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz.”

Öyleyse bizler bu ayetler ışığında neleri izlediğimize, kimleri beğenip takip ettiğimize yeniden bakmak zorundayız değil miyiz? Hangi şahsiyetleri hangi rollerle perdeye aktardığımıza azami derecede dikkat etmek gibi bir mecburiyetimiz yok mudur? İnancımızı ve değerlerimizi rencide eden yayınları engellemek, en azından tepki göstermek gibi bir yükümlülüğümüz yok mu? Böylesi bir tehditle savrulmamak için gözlerimizi dört açmak, kilitlerimizden kurtulmak zorunda değil miyiz?
 
Kaynak: Meryem Nida 
//www.milligazete.com.tr/

SİVİL HABER

Güncelleme Tarihi: 06 Kasım 2014, 12:54
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER

banner309

banner225

banner209