Kamuoyu araştırmalarına dair giderek septik düşüncelere sahip olmaya başladıysanız lütfen alıcılarınızla oynamayın! Yavaşça sırtınızı koltuğa yaslayın. Duyacağınız şeyler bir süredir kendinizden bile şüphelenmenize yol açan ağır kamuoyu manipülasyonuyla ilgili. ‘Halkın toplumsal ve siyasal eğilimleri’ne dair çeşitli araştırma şirketleri etiketiyle önümüze düşen rakamlar ve bulgulara karşı bir şüphe taşıyor olmak akıl sağlığınıza dair bir işaret bile olabilir. Siyaseti ve sosyal gelişmeleri izleyen, bu can sıkıcı durumlarla yüzleşenler için iyi haber; ‘evet, hissettiklerinde haksız değilsiniz’. Kötü haber, bu manipülasyon devam ediyor ve edecek. Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde en doğru tahmini yapan ve ilgilendikleri araştırma konu ve verileriyle dikkat çeken MetroPoll Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin genel müdürü Prof. Dr. Özer Sencar söylüyor bunu. Öte taraftan Türkiye’nin gittiği yönü kaygı verici buluyor Sencar. Sivil siyaset eliyle ‘darbe retoriği’nin dolaşıma sokulduğunu, ‘paralel’ değneğiyle daha çok kişi ve kesimin dövüleceğini belirtiyor.
-Siyasi gündemin nabzını tutmaya ne zaman başladınız?
2005’ten bu yana kamuoyunun nabzını, seçtiğimiz siyasi, ekonomik ve sosyal konular üzerinden ölçüyoruz. Siyasetin anlık fotoğraflarını çekiyoruz. 2013 Nisan’ından itibaren de Türkiye’nin Nabzı adını verdiğimiz aylık araştırmalarımızı sadece abonelerimizle, bazı önemli bulguları da kamuoyuyla paylaşıyoruz. Elbette bağımsız duruşumuzu korumaya çalışırken bazı çevrelerin tepkisiyle de karşılaşıyoruz. Bu çevreler dönem dönem değişebiliyor. Özellikle son yıllarda iktidara yakın çevrelerden giderek azalan araştırma taleplerini bunun bir göstergesi olarak görüyoruz.
-Niye? İktidar çevresi, bizden kim ve neden rahatsız, diye merak etmiyor mu?
İktidara yakınlığıyla bilinen 4 tane kamuoyu şirketi var. İstediği, ihtiyaç duyduğu bilgileri kendisi üretiyor ve bunları gerekli gördüğünde kamuoyu ile paylaşıyor. Ama bazen kontrol dışı bilgilerin üretilmesi ve kamuoyuyla paylaşılması rahatsızlık doğuruyor olabilir. Bunu başka siyasal çevre ve gruplarda da görmek mümkün.
-AK Parti kamuoyunun ne düşündüğünü en çok araştıran parti değil mi?
Türkiye’de ilk siyasi araştırmalar Özal döneminde başladı. Demirel zamanında yapılsa da düzenli değildi. Ama Erdoğan, Beyoğlu ilçe başkanlığından bu yana araştırma yaptıran birisi. Ve bu araştırma bulgularına dayanarak söylem ve eylem geliştiriyor. CHP araştırmaya başlayalı çok az bir süre oldu. MHP de zaruret miktarınca yapıyor. AKP’nin araştırma bütçesi, tüm siyasi partiler, siyasi gruplar, dinî cemaatler ve etnik grupların tamamının toplamının 5-10 mislidir.
-Araştırma sektöründe en büyük satın alıcı iseniz o şirketler üzerinde bir hegemonya kurmuş olmaz mısınız?
Olursunuz. Araştırma sektörüne en çok siz iş veriyorsanız çok önemli iki avantajınız olur. Bir, gerçek ve gerekli bilgiyi üretirsiniz. Buradan doğru söylem ve politikalara yönelirsiniz. İki, bu kadar para harcadığınız sektörde sizin düşüncenizin aksi bulguların araştırılmasına ve kamuoyuyla paylaşılmasına da psikolojik bir engel koymuş olursunuz. Araştırma şirketleri bir STK değil, bir işletmedir.
-İşveren ve firma ilişkisi ötesinde kamuoyu bakımından bir önemi yok mu bunun?
Araştırma şirketlerinin kamuoyunu, iktidarı, muhalefeti veya kamu kurumlarını dikkate alması işletmenin politikasıyla ilgilidir. Ne yazık ki, son zamanlardaki iddialar araştırma şirketlerinin ekonomik veya siyasi hâkim güçler lehine kamuoyunu manipüle ettiği yönündedir. TV ve gazetelerde gördüğümüz reklamların hepsi mal ve ürünlerin gerçeğini mi yansıtıyor? Hayır, algı üretiyor. Bu siyaset için de geçerlidir. Siyasi aktörler kendi çıkarlarına araştırmacıları kullanmak isteyebilirler. Buradaki sorun araştırmacıların ne kadar dürüst olmak ve bağımsızlıklarını korumak istedikleriyle ilgilidir.
-Siz seçimlerde araştırma şirketleri üzerinden bir manipülasyon olduğunu düşünüyor musunuz?
Bir araştırmacı olarak bunu söylemek gerçekten üzücü ama evet düşünüyorum. Alanda tekniğine uygun üretilen bilgiyi değil, masa başında üretilen ya da değiştirilen bilgiyi hele de kritik zamanlarda kamuoyuyla paylaşıyorsanız bunun adı manipülasyondur. Dikkatli gözlemciler bunun izlerini rahatlıkla fark edeceklerdir.
-Cumhurbaşkanlığı seçiminde bazı şirketlerin sonuçları çok tartışıldı. Siz o sonuçların Cumhurbaşkanlığı sonuçlarını etkilediğini düşünüyorsunuz.
Evet, bu benim görüşümden bağımsız olarak araştırma verilerine dayanan bir değerlendirmedir. Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra yaptığımız araştırmada seçmenlere kamuoyu araştırma şirketlerinin açıkladığı sonuçların oy verme tercihlerini etkileyip etkilemediğini sorduk. Yüzde yirmisi etkilendiğini belirtti. Bu hiç de azımsanacak bir oran değildir. Ayrıca araştırma bulgularından bağımsız olarak dikkatli bir gözün fark edebileceği kadar açık şekilde yapıldı maalesef.
-Bunlar eleştirildi ama böyle yanılmalar olur diyenler de çıktı. Bu sıradan bir şey miydi?
Yanılma ya da kabul edilebilir hata nedir, önce kısaca onu açıklayalım. Araştırmacıların iyi bildiği üzere örneklemden kaynaklı hatalar makul sayılabilir, hata payı olarak algılanır. Hata payınızın çok ötesinde bir sapmanız varsa bu ya sizin uygulamanızda, analizinizde vb. hatalar olduğunu gösterir –ki bu durumda güvenilmez bir araştırmacı olursunuz– veyahut da siz bu işi manipüle ettiniz demektir.
-Açıklanan hatalı sonuçlar araştırmanın gerçek sonucu olamaz mı?
Şimdiye kadar seçim tahminleri yapma konusunda iddialı, yani sınanmış bir tekniğe sahip araştırma şirketlerinin son seçimdeki bulgularını başka türlü izah etmek mümkün mü bilemiyorum. Eleştirilen taraflardan geçerli bir izah da yapılmış değil. Ayrıca yasalara ve YSK’ya rağmen seçime 3-5 gün kala tatilcilerin sandığa gidip gidemeyeceğinin tartışıldığı bir ortamda seçmenleri sonuçların adayların bir diğeri lehine değişemeyeceğine inandıracak nitelikteki açıklamalar, sunulabilecek izahları her durumda yetersiz bırakır.
-Özür dilendi. Bu yeterli değil mi?
Elbette erdemli bir davranıştır, özür dilemek; ama geri dönüşü olmayan sonuçlar üretildikten sonra ne kadar kıymeti vardır bu özrün, takdirini kamuoyuna bırakıyorum.
-Medyadan ve diğer kanallardan gelenleri de hesaba katarsak bu kadar algı üretimi varken kamuoyunu sağlıklı ölçmek mümkün mü?
Mümkün. Bu Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde 26 Haziran- 4 Ağustos tarihleri arasında her hafta ölçüm yaptık. Bunların hiçbirinde kararsızlar ve cevapsızlar dağıtılmadan Tayyip Bey’in oyu 45,6’yı geçmedi. 42-45,6 arasında değişti. Dağıtıldığında da hiçbir zaman 51,5’i geçmedi. Metropoll olarak son ölçümde de (3-4 Ağustos 2014) Tayyip Bey’in oyunu 50,5 bulduk. Sonuç 51,5 çıktı. Yüzde 55-57 nasıl bulundu ve ne işe yaradı soruları hâlâ ortada duruyor.
-Peki, bundan sonra nasıl bakacağız o verilere?
Aydınların, araştırmacıların, politikacıların ve medyanın, araştırma şirketlerinin ürettiği bilgileri sürekli takip etmeleri, kaydetmeleri, mukayese etmeleri ve yanlışları gördüklerinde tepki vermeleri gerekir. Aksi takdirde yakın gelecekte başka manipülasyonlarla karşı karşıya kalınabilir. Toplumsal denetim şart.
-Demokrasi kültürü yerleşmediğinden ‘güçlü’nün antidemokratik eğilimleri engellenemiyor. Peki, umutsuz bir vaka mı demokratik hayatımız?
Biz ekonomik olarak dünya ile entegre olmaya çalışan bir ülkeyiz. İç hukuk sisteminizi uluslararası kuralların çok ötesine taşıyabilir ve antidemokratik uygulamaları hayata geçirebilirsiniz. Ancak dünyada en büyük 17 ekonomiden biriyseniz ve hukukunuz evrensel kriterlere uyumlu çalışmıyorsa bir yerde ekonominiz bunun bedelini öder. Benzer şekilde dış politikayı da ele alabilirsiniz. Uluslararası yönetim ve hukuk kurallarının ihlali dış politikada çok daha hızlı ve çarpıcı şekilde etkisini gösterir ve gösterdi. Ekonomide de benzer bir sıkıntının ortaya çıkabileceği sık sık tartışılmıyor mu uzun süredir?
-Hukuk ve demokrasi çerçevesi muktedirler için de gerekli değil midir?
En çok vatandaş için gereklidir ama elbette iktidar sahipleri için de gereklidir. İktidarların da hukuka ihtiyaç duyacağı zaman gelebilir. Dünün muktedirleri olan generaller bugün yargılanmıyor mu? AKP iktidarı ve Cemaat birlikte çalışarak ordu ve yargının vesayetini kırdılar. Askerin siyaset üzerindeki güç ve etkisini, inisiyatifini yok ettiler ama bunu hukuk kurallarına ve adalet ilkelerine uyarak yapmadıkları ortaya çıkıyor. Oluşturulan yeni sistemin demokratik bir hukuk devleti standartlarına uymadığı hem saygın hukukçular tarafından açıkça dile getiriliyor hem de iktidar "Cemaatle birlikte bazı yaptıklarımız hataydı" diyerek tekrar değiştiriyor. Değiştirmekle kalmıyor iktidarın taraflarından biri diğerini yargılıyor, hem kamudan hem de toplumdan tasfiye etmeye çalışıyor. Bu sefer de yargılanan ve tasfiye edilen Cemaat çevreleri ve bu olaylarda taraf olmayan bir kısım çevreler yapılanların hukuka uygun ve adil olmadığını yazıyor ve iddia ediyor. Bugün Cemaat’in, adil yargı ve hukuk kurallarının doğru uygulanması talebi kaderin garip bir cilvesidir. Bu gerçekler ışığında, iktidarlar ve gücü elinde tutanlar ne pahasına olursa olsun hukuka ve adalete bağlı ve saygılı olmalılar. Herkes bir gün kendisinin de adalete ihtiyacı olacağını akıldan uzak tutmamalıdır.
-Hükümet Cemaat’le ya da ‘paralel’ dediğiyle mücadele ettiğini söylerken ‘demokrasi’yi kurtardığını iddia ediyor, buna ne dersiniz?
Evet, ama daha demokratik ve hukuk devleti kavramının hâkim olduğu bir sisteme doğru gitmiyor.
-Devletin geleneksel işleyiş mekanizması hiç değişmedi değil mi?
Bu bir organizasyondur. Hâkim olabilirseniz, ona istediğinizi yaptırmaya çalışırsınız. Ama devlet suyun üzerindeki bir odun parçası değildir; derinliği olan, âdeta bir çınar gibi boyu kadar toprağın altında aynı derinlikte kökleri olan bir kurumdur. Devleti ele geçirmek, devlete tamamı ile sahip olmak çok zor bir olaydır. AKP iktidarının da bunu başarmış olduğunu zannetmiyorum. Dolayısıyla bütünüyle devlete sahip olmak idealinden vazgeçip devlet ve yargı sisteminde demokratik hukuk devleti kurallarını hâkim kılmaya çalışması, sistemi bu yönde değiştirme amaç ve gayreti içinde olması hem kendisinin hem de ülkenin şansıydı. Ancak ben bu konuda iyimser değilim.
-İç politikada yaşadığımız zorlanma ve kargaşanın kaynağı ne sizce?
Rakiplerini ortadan kaldırmada Türkiye siyasetinde ölçü yoktur, hukuk yoktur, insaf da yoktur. Hatırlayalım, Ergenekon davalarında Ahmet Şık henüz piyasaya çıkmayan kitabı için tutuklandı, birtakım askerler bir yerlerde isimleri geçtiği için içeriye alındı. Adaletsizlik dün de yaşandı, daha öncesinde de, bugün de yaşanıyor, yaşanmaya devam edecek. Çünkü gücü eline geçiren demokratik bir sistem kurayım, bir daha bu yanlışlıklar yaşanmasın demiyor. Gücü ele geçiren, ben kendi sistemimi devlete, topluma dikte edeyim, diyor. İktidar, devlette paralel bir yapı var, diyerek bunu yapıyor ama asıl amaç bir vesayetin yerine bir diğerini, kendi vesayetini koymak olarak görünüyor. Eskiden iktidarlar komünizm tehdidi var diyerek, 163. maddenin hâkim olduğu zamanlarda şeriatçıları yok ediyoruz diyerek demokrasiyi kısıtladılar; şimdi de cemaati tasfiye ediyoruz diyerek bütün muhalefeti susturma, etkisizleştirme içine girdiler. Siyasal iktidar bu değnekle daha çok rakip döver. Yarın Kürtleri de başkalarını da bir gerekçeyle dövebilir.
-AK Parti pek çok olayı kendisine yönelik bir darbe olarak açıklarken tam da sivil hayata ‘müdahale’ etmiş olmuyor mu?
İktidar, hâkimiyetini artırdıkça diğer muhalif kesimlere de hukuki kurallar içinde davranmayacaktır. Bundan herkes nasibini alır. Nitekim bugün giderek yasalarla Türkiye’deki demokratik ortam daraltılıyor. İnsanlar kendilerini baskı altında hissediyor, rahat konuşamadığını söylüyor. Yazı yazanlar rahat yazamıyor, yazarsa da gazetesinden atılıyor. Bu demokratik ortamın daralması tam da bu sivil hayata müdahalenin sonucudur.
-Askerî vesayete karşı demokratik bir cephe oluşmuştu. Şimdi sivil iktidar ‘kırmızı kitap’ siyasetini devreye sokuyor, demokrat ve liberaller ‘savunanlar ve karşı koyanlar’ diye ikiye bölünüyor. Bu ilginç bir durum değil mi?
Evet, ilginç bir durum. Çünkü ilk defa böyle bir güç dengesi oluştu. Bir sivil siyasi iktidar 3 seçimde de oyunu artırdı ve yüzde 50’ye ulaştı. Bu müthiş bir özgüven ve güç birikimi sağlar. Uzunca bir süredir askerî darbelere karşı direnmiş, direnirken de demokrasi ve özgürlükler istemiş insanlar, bu sefer sadece siyasi güç karşısında değil, aynı zamanda para ve yaşam standardı gücü karşısında da sınanıyorlar. Böylesi bir ortamda insanların gerçek niyet ve kaliteleri ortaya çıkar. Bu ortam demokrat ve liberaller için bir turnusol kâğıdı işlevi görmektedir.
-Demokrasi için sivil iktidarı savunuyorum, deniyor ama.
Herkes yaptığı işi bir şekilde rasyonalize eder. Ama yapılan işler kişinin kendi rasyonalize ettiği şekilde algılanmaz. Kişi, vicdanına veya dışarıdaki insanlara karşı kendini masumlaştıracak, davranışını doğru gösterecek argümanlar geliştirir. Ben sivil iktidarı savunuyorum, diyor ama bir yandan da otoriter eğilimleri savunuyorsa o zaman bir süre sonra kendisi de başkaları da anlar bunu.
-Gezi’de de 17 Aralık sonrasında da ortaya konan kutuplaşma siyaseti için ne dersiniz?
Siyasette netice almanın önemli argümanlarından biri halkı bir tercihe zorlamaktır. Önce toplumda bir kutuplaşma meydana getirirsiniz. Siyaset meydanında karşı kutbu şeytanlaştırırsınız. Ben onunla mücadele edeceğim dersiniz ve halkı yanınıza çekersiniz. Bu bir propaganda yöntemidir ve her zaman geçerlidir. Bugün şeytanlaştırdığınız şey cemaat olur, dün Gezi’ydi, yarın Kürtler olur, başka bir gün başka birisi olur. Avrupa’da da değişik dönemlerde bu yöntem kullanılmıştır.
-AK Parti kendisine karşı darbeden söz ediyor ama sivil hayata asıl kendisi darbe vurmuş olmuyor mu?
Darbeyi eskiden askerler yapardı, şimdi siviller bir başka şekilde toplumu yönetiyor ve yönlendiriyorlar. İlle de askerî bir darbe yapılması mı lazım? Postmodern darbe dediler eskiden, şimdi ise siyasi iktidarlar gücünü çok zekice manipülatif bir şekilde kullanıp toplumu yönlendirerek bunu yapabilirler.
-Devlette kadrolaşma sürekli gündeme gelen bir konu. Bu toplumsal kesimlerin devletle problemli ilişkisinden kaynaklanmıyor mu?
Demokratik ve hukuk devleti olmayan sistemlerde toplumsal gruplar devletin kendisine zarar verdiği kurumların içine sızmaya çalışır. Mesela üniversitede okuyan Kürtlerin büyük bir kısmı hukuk fakültesinde okur. Çünkü Kürtler karakol ve mahkemelerden çok çekmiş. Bu zulümden kendilerini korumak için Kürtler doktor, mühendis değil, avukat olmayı tercih etmişlerdir. Dinî cemaatler nereden zarar görür? Polisten zarar görür, yargıdan zarar görür, teftiş kurumlarından zarar görür. Dinî cemaatler de kendilerine yakın gençleri bu kurumlara girmeye yönlendirirler. Bu anlaşılır bir durumdur. Ancak herhangi bir siyasi, etnik ve dinsel grubun kamu kurumlarına hâkim olması ve o kurumları etkileyecek boyutta güce ulaşması kabul edilebilir bir durum değildir. Orta ve uzun vadede bu durumun sakıncaları yaşanır.
-Bu ‘koruma ihtiyacı’ Aleviler için de geçerli…
Evet. Çünkü onlar da devletin zulmüne karşı kendilerini korumak istemişlerdir. Bütün Cumhuriyet döneminde böyledir. Ama ilginç bir şey söyleyeyim. Erbakan’la başlayan veyahut İskenderpaşa, Samiefendi cemaatiyle başlayan diğer İslami ekoller devletle fazla çatışmadığı için devlet kurumlarında yoğunlaşmak yerine daha çok para işlerine ve toplumda itibar kazandıracak işlere yönelmişlerdir. Avukat veya öğretmen olmak yerine doktor-mühendis olmayı tercih etmişlerdir. AKP, iktidara geldiğinde görmüştür ki devleti yönetecek mühendis ve doktordan başka hiçbir adamı yok. Bu nedenle, AKP, devleti yönetmek ve istediklerini gerçekleştirmek için Cemaat’le işbirliği yapma ihtiyacı hissetmiştir.
-Siyasi iktidar elitleri devlete karşı hak hukuk mücadelesi birikimi olan grup değil miydi yani?
1950’li yıllardan bu yana devletle en çok karşı karşıya gelenler Kürtler, Aleviler ve Nurcu kökenli dinî cemaatler oldu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında tarikatlar özellikle Menemen’de olduğu gibi sert bir şekilde tasfiye edilmişti. Tarikatlar büyük bir darbe yedi, bu yedikleri darbeyle kendilerini güvenli hissedecekleri sessizliğe çekildiler. Bu süreç içerisinde sessizliğe çekilmeyen bir tek Bediüzzaman ve onu takip edenler oldu. Devlet de birinci derecede hasım olarak onları gördü. Yetiştirdikleri çocukları zararını gördükleri bu kurumlara yönlendirdiler. Aleviler ve Kürtler de öyle. Onlar iktisatçı-doktor olamazlar mıydı? Olabilirlerdi. Ama onlar kendi etnik ve dinsel gruplarının varlığını sürdürebilmek için bunu tercih ettiler. Devlete hâkim olan güç bu grupların birini kendine rakip olarak görürse bu grubu tasfiye etmede hukuki hassasiyet göstermez. Bu devletin geleneğidir. Bu durumun önüne geçebilmek için yapılması gereken, bütün kesimlerin samimi bir şekilde Türkiye’de eksik olan demokrasi, hukuk devleti mücadelesi vermesidir.
-Peki, AK Parti’nin devleti gerçek anlamda demokratikleştirme ve dönüştürme derdi olmadı mı hiç?
AKP’nin daha çok dindarların zarar görmeyeceği ve hâkim olacağı bir devletin peşinde olduğunu düşünüyorum. Herhangi bir ideolojiye sıkı bağlı kişi veya toplumların zaman içinde evrilmesinin zor olacağını düşünüyorum. Belirli ideolojilere, belirli kültürlere çok aşırı bağlı olan kesimlerin demokrasiyle ilişkisini geldiğimiz noktada yeterli bulmuyorum. Size 1215 yılında İngiliz Kralı’nın yetkilerini kısıtlayan Magna Carta bildirgesinin 39. maddesini okuyayım: “ Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanamayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden mahrum bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya herhangi ne şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.” Türkiye hâlâ Magna Carta’ya ulaşamamış görünmektedir.
-Siyasi iktidardan ve muhalefetten açık bir memnuniyetsizlik var ama ortada seçmeni tatmin edecek bir alternatif de çıkmıyor. Niye?
İnsanların oy verme davranışlarını belirleyen faktörler vardır. 7-8 yılda yapılan ölçümlere bakılırsa bunu en fazla ekonomik faktörler belirliyor. İdeolojik gereklerle oy verme eğilimi yüzde 25-30’larda kaldı. Eskiden daha fazlaydı. Seçmenin yüzde 60’ı ekonomik faktörleri dikkate alarak oy vermeye yöneliyor. İnsanların belirli bir süreç içerisinde yakaladığı bir yaşam standardı ve gelir seviyesi var. Kendisi ve özellikle çocukları için hayal ettiği şeyler var. Son 10 yılda özellikle 99-2001 yılları arasında yaşanan ekonomik krizlerden ve ciddi fakirleşmelerden sonra alt gelir grubunda ekonomik durum AK Parti döneminde düzeldi. Çok geniş kitleler iş yapma kapasitelerini artırarak ya da devlet yardımlarıyla yeni bir yaşam standardına ulaştı. AKP’li belediyeler ve direkt devlet kurumlarının planlamasıyla halka, dar gelirlilere, ev kadınlarına kaynaklar aktarıldığını biliyoruz. İnsan hakları ve özgürlüklerin oy vermedeki etkililiği yüzde 3-4 civarında çıkıyor. Biz ölçmeye başladığımızdan beri böyle. İktidar da bunu çok iyi biliyor ve yönetiyor. Muhalefetin çıkmayışının nedeni AKP’nin ekonomideki başarısını daha yüksek oranda sağlayabileceği vaadini ve güvenini veren bir lider ve kadronun çıkmaması. Ancak bir risk var şimdi. Ekonomik kararlarınızı ve mekanizmalarınızı evrensel hukuktan koparırsanız o zaman yatırımlarınız düşer, hukuk sistemi doğru çalışmazsa yabancı yatırımcı gelmez, yerli yatırımcı da parasını güvenmediği için yatırıma yönlendirmez, ekonomide ciddi bir sorun yaşamaya başlarsınız.
-Milliyetçilik doğası gereği demokratik bir nitelik taşımıyor ama sandıktan çıkmak yani ‘demokratik zafer’ için milliyetçilik vurgusu yapmanız gerekiyor. Bu bir çelişki değil mi?
O siyasetçinin oyunu nasıl artırırım hesabını yaparken kullandığı bir unsurdur. Yani ben demokrasiyi getireceğim diye yapmıyor bunu. Siyasetçi bazen Kürtlere bazen milliyetçilere bazen de muhafazakârlara oynar. Toplum içinde milliyetçilik ve muhafazakârlık son 10 yıl içerisinde geldiği en yüksek noktasında. Dolayısıyla önümüzdeki seçimde Tayyip Bey’in milliyetçi oylara yöneleceği hatta yöneldiği, şimdiden bunun mesajlarını verdiği, MHP oylarına göz diktiği kanaatindeyim. Artık Kürtlerden alabileceği tek oy kalmamıştır AKP’nin. Kürtlerden oy kaybedebilir ama daha fazla oy alamaz. Mevcut durumda AKP’nin yüzde 43 civarında oyu var. Bu yüzde 43’ü muhafaza edebilmesi ve artırabilmesi için Kürt oylarına değil, Orta Anadolu’daki milliyetçi oylara ihtiyacı var. MHP’nin doğal seçmenlerini kazanmak zorundadır. Nitekim Ekmeleddin Bey Devlet Bahçeli’nin adayı olmasına ve gençliğinde ülkücü camiayla yakın ilişkisine rağmen araştırmalarımıza göre Cumhurbaşkanlığı seçiminde yarım milyon civarında MHP’li Tayyip Bey’e oy verdi. Bahçeli buna engel olmadı veya olamadı.
-Bu engel olamamayı nasıl yorumluyorsunuz?
Yorumu size bırakıyorum. Eğer isteseydi Bahçeli seçimi ikinci tura erteleyebilirdi. İkinci tura kaldıktan sonra da çok farklı psikolojik atmosfer doğabilir ve beklenmedik sonuçlar çıkabilirdi.
-AK Parti döneminin ikinci cumhurbaşkanının seçilmesi Bahçeli’nin hayati dokunuşuyla mı oldu yani?
Hem Abdullah Gül (tamamen) hem de Tayyip Bey (büyük oranda) cumhurbaşkanlığını Devlet Bahçeli’ye borçludurlar. Bu konu özel olarak merak ettiğimiz ve araştırdığımız bir konudur. Tayyip Bey’in kazanmasında ikinci faktör CHP’li seçmenin Ekmeleddin Bey’i kendilerine yakın bulmaması ve Kemal Bey’in onu ilan ediş yöntemine tepki olarak 2,5 milyon CHP’linin sandığa gitmemesidir.
-Star gazetesi Erdoğan’ın BM’de konuştuğu boş salonu dolu gösterdi. Sanki sadece yüzde 50’ye seslenen bir medya düzeninden bahsediyoruz.
İki sebep var burada. Bir, kendi okurlarına, kendi gazetelerini okuyan parti yanlılarına mesaj veriyor; bakın Tayyip Bey bütün BM’ye hitap ediyor diye. İkincisi Tayyip Bey’e de ‘bak ben ne kadar güzel gazetecilik yapıyorum’ mesajı veriyor. Yani diğerlerinin bunu yakalaması, bunu görmesi onu yapanlar için çok önemli değil. Mesaj yerine ulaşıyor nasılsa. Tayyip Bey’in hitap ettiği daima yüzde 60 olarak gördüğü bir kitle var. Medyası da öyle.
-Erdoğan’ın ‘dindar nesil yetiştireceğiz’ demesi ve ardından artan devletçi muhafazakârlık siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mustafa Kemal’in insanları zorla Atatürkçü yapmasıyla bugün Tayyip Erdoğan’ın zorla dindar yapması arasında bir fark yok. Onun için birileri ‘yeşil Kemalizm’ diyor.
-CHP kongresinde Muharrem İnce ‘2015 seçimlerinden sonra genel başkanın önemi kalmayacak, bütünüyle Erdoğan devletine dönecek’ dedi. Ne dersiniz buna?
Bizim yeniden Türkiye’de çoğulcu bir demokratik yapıya geri dönülmesi için son şansımız manasında söylüyorlar diyorsanız bu çok da yanlış bir şey değil.
ABDULLAH GÜL ‘ADAYIM’ DESEYDİ SEÇİLİRDİ
-Abdullah Gül bahsini konuşabilir miyiz? Sizce onun stratejisi ne?
Abdullah Gül’ün ayrılacağı ay 7 yıllık performansı üzerine bir araştırma yaptık. 7 yıl süreyle Gül’le ilgili bütün o araştırmalarda sorduğumuz sorularla birlikte değerlendirdiğimizde; Gül’ün özellikle son bir yılda çok büyük bir itibar ve destek kaybettiğini gördük. Toplumun bütününün cumhurbaşkanı olarak görme ve gösterme şeklindeki eğilimi, son bir yılda AKP’nin cumhurbaşkanı olarak görme ve gösterme eğilimine döndü. Son bir yıl içerisinde Gül yüzde 80’lere ulaşmış olan itibarını yüzde 45’lere indirdi. Abdullah Gül’ün muhtemelen Tayyip Bey’le bir Medvedev-Putin yöntemini yapabileceği beklentisi içinde olduğunu düşünüyorum. İktidarın son dönemlerinde çıkardığı ekonomiye ve hukuka aykırı her türlü yasayı o modeli düşünerek onayladığını tahmin ediyorum. Ama başından beri Abdullah Bey’in cumhurbaşkanı olmasını Tayyip Bey istemedi. Gül’ün 2007’de cumhurbaşkanı olması Erdoğan’a rağmendir. Dolayısıyla Tayyip Bey bunu unutmuş değil. Ama Gül bir şekilde böyle bir mekanizmanın işleyebileceğini düşündü ama bu gerçekçi değildi.
-Peki, Gül bunu niye göremedi?
E, insanlar beklentileri yüksek olunca bazı şeyleri görmezler.
-Aslında son yıla kadar Gül adaylık potansiyeli taşıdığını göstermemiş miydi?
Gül, aday olsa tekrar cumhurbaşkanı seçilebileceği hâlde böyle bir mücadeleye girmeyi istemedi veya buna cesaret edemedi. Aday olsaydı da seçilirdi.
-Bundan sonra ne olur?
Bundan sonra Gül’ün Tayyip Bey’e karşı açıktan mücadeleye girme cesareti göstereceğini zannetmiyorum. Ekonomik ve siyasi nedenlerle AKP iktidarı bir şekilde ciddi bir krizle karşılaşırsa, parti tabanından tekrar davet edileceği bir günü bekliyor olabilir Gül bence. Ama şunu da unutmamalı; cumhurbaşkanlığından 45 personel ve 15 tane binek arabayla ayrıldığını dikkate almak lazım.
-Bu neyi gösterir?
Bu ileriye dönük olarak sürekli hazır hâlde bekleme göstergesidir. 45 personelin kimler olduğunu bilmiyorum. Bir siyasi partide bile bu kadar imkân olmayabilir. Herhâlde buna kapıcı- sekreterler falan dâhil değildir. Birtakım uzmanları, siyaseten yardımcı olacak birtakım insanları da taşımıştır. Bu, Abdullah Bey’in siyaset sahnesinden geçici olarak çekildiğini ama bir imkân bulduğunda tekrar siyasete gireceğini gösteriyor.
-Sizin gördüğünüzü Erdoğan da görüyor değil mi?
Elbette. Erdoğan şu anda siyaset sahnesinde siyasi zekâsı en yüksek kişidir.
DİMYAT’A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLDU!
-CHP’nin Ekmeleddin Bey tercihini nasıl yorumladınız?
Müşterek aday olarak ortaya çıktı. Kişi olarak reddedilecek bir aday değildi ama Türkiye’deki tanınırlığı ve siyasal tecrübesi yok gibiydi. Dolayısıyla bu kadar kısa süre içerisinde bu adayla yola çıkılması doğru değildi. Bu adayın ismi çıkar çıkmaz CHP içerisindeki ulusalcılar “Bu adam Tayyip Bey’den farklı değil!” söylemini ordaya attılar ve bütün hassas CHP’li seçmeni Ekmeleddin Bey’in aleyhine çevirdiler. Bu aleyhe çevirmeyi ciddi bir tehdit olarak gördü Ekmeleddin Bey ve ekibi bunu düzeltmeye çalıştı, bunu yaparken de bir sürü yanlış iş yaptı. Bu Ekmeleleddin Bey’in dindar-muhafazakâr kitle içerisindeki itibarını yok etti. “Bu bizden değil, CHP’li!” dediler. Dolayısıyla hem ulusalcı, aşırı Kemalist, laik seçmeni kazanamadı hem de AKP ve MHP içerisindeki muhafazakâr-dindar kimseleri yanlış yöne sevk etti. Dolayısıyla Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldu.
-Ekmeleddin Bey değil de Mansur Yavaş aday olsaydı bir şansı var mıydı Cumhurbaşkanlığı seçiminde?
Mansur Yavaş çok rahat ikinci tura kalabilirdi. Çünkü Mansur Yavaş’ı CHP’liler Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi sırasında benimsediler. Yüzde 99’u Mansur’a oy verdi. Devlet Bahçeli bir taktik değiştirip Mansur’u destekleseydi Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı şu anda Melih değil, Mansur olurdu. Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday tespitinde zamanlama ve isim hatası yapıldı.
Kaynak: AKSİYON MUHSIN ÖZTÜRK
SİVİL HABER
Güncelleme Tarihi: 14 Kasım 2014, 05:18